HOŞGELDİNİZ ARKADAŞLAR
   
  BEYİN FIRTINALARI
  BİLİM ADAMLARI
 
 
                                                                   
                                                            LOUİS PASTEUR(1822-1895)
    Bilim tarihinde pek az bilim adamı Louis Pasteur ölçüsünde insan yaşamını doğrudan etkileyen buluşlar ortaya koymuştur.Günlük dilimize bile geçen 'pastörizasyon' terimi onun buluşlarından yalnızca biridir.Kristaller üzerindeki kuramsal çalışmalarının yanı sıra kimi hastalıklara bağışıklık sağlama yolundaki çalışmaları,bu arada özellikle 'şarbon'(ya da antraks)denilen koyun ve sığırlarda görülen bulaşıcı hastalıkla kuduza karşı geliştirdiği aşı yöntemi ona dünya çapında ün kazandırmıştır.Bugün Fransa'da pek çok bulvar ve alan onun adını taşımaktadır.Kendi kurduğu 'Pasteur Enstitüsü'dünyanın önde gelen araştırma merkezlerinden biridir.Fransızların gözünde Pasteur ulusal bir kahramansa,bunun nedeni onun yalnızca büyük bir bilim adamı olması değil,aynı zamanda,yaşamı boyunca ortaya koyduğu özveri ve insanlığa hizmet tutkusuydu.
    Louis,Fransız Devrimiyle özgürlüğüne kavuşan bir kölenin torunuydu.Babası,Napolyon ordusunun üstün atılım gücüyle ''Legion de Honour'' alan bir astsubaydı.Baba Pasteur'ün,Napolyon'un düşmesiyle ordudan ayrılmasına karşın İmparator'un anısına beslediği derin bağlılık duygusu,ilerde oğlu Louis'in olağanüstü direnç ve yeteneklerini de yönlendiren katıksız yurtseverliğe dönüşmüştü.
    Geçimini dericilikle sağlayan Pasteur ailesi yoksuldu,ama çocuklarının eğitimi için her türlü sıkıntıyı göze almıştı.Louis daha küçük yaşlarında güçlükleri göğüslemede sergilediği direnç ve istenç gücüyle dikkatleri çekiyor,coşkuyla başladığı okul öğreniminde kendisiyle birlikte kardeşlerininde başarılı olması için uğraş veriyordu.Gerçi okulda pek parlak bir öğrenci değildi;dahası.ilk gençlik yıllarında ilerde büyük bilim adamı olacağını gösteren bir belirtide yoktu ortada.Tam tersine,Louis'in belirgin merakı portre çizmekti.Üstün bir yeteneği yansıtan tabloları,bugünde,Pasteur Enstitüsünde asılı durmaktadır.
     Louis 19 yaşına geldiğinde sanatı bırakır,bilime yönelir.Başlangıçta öğretmenlerinin yönlendirmesiyle öğretmen olmaya karar verir,ünlü eğitim enstitüsü Ecole Normale Superieure'e başvurur.Giriş sınavını kazanmasına karşın,matematik,fizik ve kimyada derslere daha hazırlıklı başlamak için öğrenimine bir yıl sonra başlar.Amacı iyi bir öğretmen olarak yetişmekti.Ne var ki,öğrenimini tamamladığında tüm ilgi ve coşkusunun bilimsel araştırmaya yönelik olduğunu fark eder.Kristaller üzerindeki ilk çalışmaları onu adeta büyülemişti.Öğrencisinin özgün düşünme ve kavrayış gücünü sezen kimya profesörü onu,basit araçlarla yeni kurduğu laboratuvarına araştırma asistanı olarak alır.Bu genç bilim adamının hayal bile edemediği bir fırsattı.Pasteur hemen çalışmaya koyulur,ilk aşamada tartarik asit kristalleri üzerindeki optik deneylerini yoğunlaştırır.Çok geçmeden bilim çevrelerinin dikkatini çeken buluşları,kimi tanınmış bilim adamlarının teşvikiyle Fransız Bilimler Akademisine sunulur.Pasteur bilim dünyasınca tanınma yolundadır,ama Eğitim Bakanlığı onu bir ortaokula öğretmen olarak atamakta ısrarlıdır.Akademinin ve kimi bilim adamlarının giderek artan baskısına daha fazla karşı koyamayan Bakanlık bir yıl sonra Pasteur'ün Strasburg Üniversitesi'ne yardımcı profesör olarak dönmesine izin verir.
     Pasteur'ün bir özelliği de kararlı olması,duraksamalarla vakit öldürmemesiydi.Üniversiteye gelişinin dha ilk haftasında Rektöre kızıyla evlenmek istediğini bildirir.Başvuru mektubu ilginçtir:Saklamama gerk yok,tümüyle yoksul bir kimseyim.Tek varlığım sağlığım,yürekliliğim ve üniversitedeki işimdir...Geleceğim,şimdiki eğilimim değişmezse,kiyasal araştırmalara adanmış olacaktır.Çalışmalarımdan beklediğim sonucu alırsam,ilerde Paris'e yerleşmeyi düşünüyorum.İsteğimi olumlu bulursanız,resmi evlenme önerisi için babam Strasburg'a gelecektir.
     İstek olumlu karşılandı.Pasteur yaşamı boyunca tüm bilimsel çalışmalarında kendisine destek veren,tutku ve sorunlarını paylaşan Marie Laurent'le 1849'da yaşamını birleştirir.Bayan Pasteur gerçekten özveri ve sevgi bağlılığıyla olağanüstü bir eşti.Mutlu evlilijk ne yazıkki,yıllar sonra trajik bir dönemden geçer:Pasteurler dört çocuklarından üçünü küçük yaşlarında tifo ve benzer hastalıklar nedeniyle yitirirler.Geriye kalan oğulları yirmi yaşında iken 1871 savaşında Almanlara esir düşer.Pasteur bilimsel çalışmalarını bir yana iterek eşiyle birlikte oğlunun dönüşünü bekler;Fransa'nın yenilgisiyle birlikte cepheden kaçan binlerce genç arasında oğlunu aramaya koyulur.Sonunda bulunduğunda oğlan bitkin ve yaralıydı.Pasteur Almanları hiçbir zaman bağışlamadı;öyle ki,yıllar sonra bilimsel başarıları için gittiği Alman hükümetinin önerdiği madalyayı kabul etmedi.
     Şimdi Pasteur'ü bilimin öncüleri arasına yükselten bilimsel çalışmalarına değinelim.
     Pasteur'ün yaşamımızı bugünde etkileyen buluşlarından biri fermentasyon(mayalanma) olgusuna ilişkindir.''Fermentasyon''terimi bilindiği gibi maddelerde oluşan bir değişiklik sürecini dile getirmektedir.Örneğin şarap üzümden bu işlemle elde edilir;istenirse gene bu işlemle sirkeye dönüştürülebilir.Aynı şekilde,sütün şekeri laktik aside dönüştüğünde süt ekşir.Yumurta ve et türünden maddelerde fermentasyonla bozularak yenmez hale gelebilir.
     Üretimi fermentasyona dayanan şarap Fransa'da çok önemli bir konuydu.Ne var ki,bu işlemin güvenilir teknolojisi henüz yeterince bilinmiyordu.Göreneklere bağlı yöntemler her zaman istenen sonucu vermiyor,kimi zamam şarap yerine sirke ya da kullanıma elvermeyen bozuk bir sıvı elde ediliyordu.Sorunu ilk kez Pasteur bilimsel olarak incelemeye koyulur:sonunda ulaştığı açıklama(fermentasyonun mikrop teorisi)geçerliğini bugün de korumaktadır.Buna göre,doğadaki organik maddelerdeki hemen tüm değişiklikler gözle görülemeyen birtakım küçük canlılar tarafından oluşturulmaktadır.Pasteur bu mikroorganizmaların ısıyla kontrol altına alınabileceğini göstererek şarap üretimini sağlam bir yöntemle güvenilir kılmakla kalmaz,'pastörizasyon'dediğimiz işlemle modern süt endüstrisine de yol açar.
     Pasteur'ün önemli bir başka çalışmasıda ipekçiliği büyük bir sıkıntıdan kurtarmasıdır.Hastalıklı ipek böcekleri,üreticileri sık sık büyük kayıplara uğratıyordu.Soruna çözüm bulması mikrop teorisiyle ünlenen Pasteur'den istenir.Bilim adamı her zamanki yoğun ve dikkatli yaklaşımıyla sorunu değişik boyutlarıyla inceler;sağlıklı ipek böceği yumurtalarını seçmede ''pratik'' diyebileceğimiz bir yöntem oluşturarak ipekçiliği güvenilir bir üretim teknolojisine kavuşturur.
     Pasteur'ün başarıları bir tür zincirleme tepki içinde birbirine yol açmaktaydı.Kristaller üzerindeki çalışamaları onu onu canlı yaşamın gizemi sorununa götürmüştü.Canlılar üzerindeki incelemeleri ise onu fermentasyonu açıklayan mikrop teorisine ulaştırmıştı.Doğruluğundan artık kimsenin kuşku duymadığı bu  teori başlangıçta tepkiyle karşılanmıştı:pek çok kimse için öyle bir düşünce uydurma bir açıklama olmaktan ileri geçemezdi.''Spontane üreme''diye bilinen yerleşik görüşe göre kurtçuk,tırtıl,tenya,sinek,fare vb.yaratıklar elverişli koşullarda kendiliğinden oluşmaktaydı.Oysa Pasteur ''kendiliğinden oluşumu''mikroskobik organizmalar için bile olanaksız görüyordu.
      Mikrop teorisinin özellikle bulaşıcı hastalıkların denetim altına alınması yolunda yeni araştırmalara yol açması kaçınılmazdı.Pasteur çok geçmeden şarbonun yanı sıra kangren,kan zehirlemesi,loğusa humması vb.hastalıklar üzerinde de araştırmalarını yoğunlaştırır.Onun çarpıcı bir başarısı da kuduza karşı oluşturduğu aşıdır.Kuduz özellikle köpeklerin taşıdığı ölümcül bir hastalıktır.Pasteur'e gelinceye dek kuduza karşı bilinen tek çare ısırılan yerin kızgın bir demirle derinlemesine dağlanmasıydı.Kaldı ki,gecikme halinde bu yöntemin,hastanın canını yakma dışında bir etkisi olmadığı da biliniyordu.Pasteur hayvanlar üzerinde denediği ama insanlara henüz uygulamadığı aşısıyla dokuz yaşındaki bir çocuğun yaşamını kurtarır.Azgın bir köpeğin ondört yerinden ısırdığı çocuğa kızgın demir uygulaması yapılamazdı.Umutsuz annenin çırpınışınada dayanamayan Pasteur aşısını ilk kez bu çocukta denemekten kendini alamaz.Sonuç çocuk için kurtuluş,gelecek kuşaklar için bir müjde olur.Büyük bilim adamı ölümünden önce yaşam felsefesini şöyle özetlemişti:Hiç kuşkum yok ki,Bilim ve Barış cehalet ve savaşı yok edecektir.Ulusların yıkmak,yok etmek için değil,yaşamı yüceltmek için birleşeceğine,geleceğimizi bu yolda,uğraş verenlere borçlu olacağımıza inanıyorum.
      Pasteur'ün öyküsünde,anlamlı bir yaşam arayışındaki her genç için,çarpıcı ve güzel bir örnek vardır.
 
                                                                                                                                   geri dön
 
                                                            
                                          Nicolas COPERNICUS(1473 - 1543)

Nicolaus Copernicus 1473 yılında Torun'da doğmuştur. Cracow, Bologna, Padua ve Ferrara üniversitelerinde teoloji, hukuk ve tıp öğrenimi görmüş, eğitimini tamamladıktan sonra Frauenburg Katedrali'ne papaz olarak atanmıştır. Ancak Copernicus öncelikle astronomiye ilgi duymuştur; üniversite yıllarında İtalya'nın ünlü astronomlarıyla tanışmış ve onlardan almış olduğu derslerle bu alandaki bilgisini geliştirme olanağı bulmuştur.

Copernicus, Güneş merkezli gök sisteminin kurucusudur; Güneş'in evrenin merkezinde bulunduğunu ve Yer'in bir gezegen gibi, Güneş'in çevresinde dolandığını savunan bu sistemi, 1543 yılında basılan, Gök Kürelerinin Hareketi adlı ünlü kitabında bütün yönleriyle açıklamıştır. Bu yapıt iki ana bölümden oluşur. Birinci bölümde sistemin ana hatları tanıtılmış ve ikinci bölümde ise ayrıntılara inilmiştir.

Copernicus sisteminde, merkezde Güneş bulunur ve sırasıyla Merkür, Venüs, Yer, Mars, Jüpiter ve Satürn gezegenleri, Güneş'in çevresinde dairesel yörüngeler üzerinde sabit hızlarla dolanırlar; Ay, bir gezegen değil, Yer'in çevresinde devinen bir uydudur. Satürn gezegeninden sonra, bütün gezegenleri kuşatan ve hareketsiz olan sabit yıldızlar küresi gelir. Gece ve gündüzler, Yer'in ekseni etrafındaki dönüşlerinden, mevsimler ise Yer'in Güneş çevresindeki dolanımlarından meydana gelir.

Gök Kürelerinin Hareketi'nin yayınlanması Avrupa'da büyük bir heyecan yaratmamış, astronomlar da dahil olmak üzere pek az kişi bu yapıtın değerini kavramıştır. Genellikle kitapta tasvir edilen sistem, gezegen kataloglarının hazırlanmasına yardımcı olacak yeni bir yöntem olarak benimsenmiştir.

Erasmus Reinhold (1511-1553) 1524'de, yani daha Copernicus'un yapıtı basılmadan önce, Güneş merkezli sistemi yeni bir çağın başlangıcı olarak karşılamış ve hemen bu sistemi temele alan ve Tabulae Prutenica olarak tanınan bir gezegen katalogu hazırlamıştı. Bu katalog, o dönemde kullanılmakta olan Alfons kataloglarına göre daha başarılı sayılsa da, umulanı verememişti.

Bazı astronomlar ise Copernicus'tan çok daha ileri gitmişlerdi. Battista Benedetti (1530-1590) gezegenlerin meskun olabileceğini söylüyordu. Giordano Bruno (1548-1600) ise, Güneş'in rotasyon hareketi yaptığını, kutuplarda basık olduğunu, sabit yıldızların birer Güneş olabileceğini, evrenin sonsuz olduğunu ileri sürmüştü; bilindiği gibi, sonradan bu görüşlerin çoğu doğrulanacaktı. Ancak Bruno, Aristoteles ve Batlamyus kozmolojisine dayanan kilise öğretisine karşı geldiği için dinsizlikle suçlandı ve 1600 yılında bu görüşlerinden ötürü yakıldı. Dini çevreler Copernicus'u hoşgörü ile karşılamıyorlardı. En sert tepkiler Protestanlardan gelmişti; Papa'yı İncil'e sadakat göstermemekle suçluyorlardı. Bunların başında Luther ve Melanchton geliyordu. Böyle bir ortam Copernicus ile İncil'i uzlaştırma çabalarına yol açtı. Bir İspanyol İncil'deki şu cümleye dayanarak Yer'in hareketini kabul etmişti: "Kim Yer'i yerinden oynattı ve bunun etkisiyle sütunlar sarsıldı."

Bruno'nun yakılmış ve Galilei'nin engizisyon tarafından cezalandırılmış olmasının etkisi çok büyük olmuştu. Nitekim Pierre Gassendi kutsal kitapla uyuşmuş olsaydı, Copernicus sistemini tercih edebileceğini söylüyordu.

Copernicus'un yapıtı ve Copernicus sistemini konu alan kitaplar, 1882 yılına kadar kilisenin yasakladığı kitaplar listesinde yer aldı ve bu tarihte Kardinaller Meclisi, Katolik çevrelerinde Copernicus'un okutulabileceğini ilan etti.

Yeni sistemin bazı soruların yanıtını verememesi, yayılmasını ve gelişmesini engelleyen en önemli etkenlerden biriydi. Bu konudaki tartışmalar, Galilei'nin modern fiziğin temellerini atmasıyla son buldu. Böylece düşünce tarihinde, yeni atılımlara sahne olacak, yepyeni bir ufuk açılmış oldu.

Gök Kürelerinin Hareketi'nin 1543 yılında yayımlanması Rönesans'ın en önemli olaylarından biridir. Bunun özellikle astronomideki ve genellikle doğa bilimlerindeki ve tüm insan düşüncesindeki etkileri çok derindir. Her ne kadar bazı noktalarda eskiye bağlı kalmışsa da Kant'ın (1724-1804) belirttiği gibi, getirmiş olduğu görüş kökten bir değişikliğin sembolüdür. Bu yüzden bilim tarihi açısından bu yapıt Ortaçağ ile Yeniçağ'ı birbirinden ayıran gerçek bir hudut taşı olarak kabul edilir.

Copernicus'ten önce de Güneş merkezli sistemi ortaya koyanlar olmuştu, ama bunların hiç birisi Copernicus gibi etkili olamamıştır. Copernicus temel prensiplerini ortaya koyduktan sonra yaşamının hemen hemen otuz yılını bunu bir hesaplama sistemi haline getirme çabasıyla geçirmiştir. Sonunda çok eleştirildiği gibi karmaşık da olsa, hatta Batlamyus'tan daha başarılı olmasa da, Yer merkezli sistemin karşısına, aynı ayrıntılı hesaplama olanağına sahip bir ikinci sistemi koyabilmiştir. Almagest'ten hesaplama tekniğini, gözlem sonuçlarını almasına rağmen, Ortaçağ bilimine en büyük darbeyi indirmiş, modern astronomiye, modern fiziğe giden yolu açmış, kuşkusuz Yeniçağ'ın öncüsü adını almaya hak kazanmıştır.

Onun astronomiye zaten var olan merakı giderek bir numaralı ilgi alanı oldu. O araştırmalarını kendi başına ve yardım almadan yaptı. Gökyüzünü kathedralin duvarları içindeki bir kuleden gözlemledi ve bu gözlemleri teleskop’un icadına yüzlerce yıl kala çıplak gözle gerçekleştirdi. 1530’da dünyanın kendi ekseni etrafında günde bir kere, güneşin etrafında yılda bir kere döndüğünü iddia ettiği büyük çalışması De Revolutionibus’u bitirdi. Bu o zamanlar inanılmaz birşeydi. Copernik’e kadar, batı dünyası evrenin gerisinde hiçbirşey olmayan kapalı ve küresel bir yapıda olduğunu iddia ettiği Ptolemiac teorisine inanıyordu.

O zamana kadar düşünürlerin hemfikir olduğu Claudius Ptolemy Alexandra’da yaşayan bir Mısırlı’ydı. Potelmy’e göre dünya; sabit, hareketsiz ve evrenin merkezine konumlandırılmış güneş dahil herşey onun etrafında dönmekte idi. Bu insan doğasına çekici gelen bir teoriydi. İnsanın günlük gözlemlerine ve egosuna uygun düşen birşeydi. Copernik teorisini yayımlamakta acele etmedi. Teorinin birkaç astronom arasında incelenerek, kendisine fikir verebileceğini düşündü. Copernik’in çalışmaları, eğer genç bir adam bu çalışmaları 1939’da incelememiş olsaydı hiçbir zaman basılacak duruma gelemeyebilirdi. 66 yaşındaki bir rahibin yazısını okuyup ilgilenen 25 yaşındaki Alman Profesör George Rheticus ‘du. Copernik’in çalışmalarıyle birkaç hafta ilgilenmeyi tasarladı ama,iki yıl boyunca teori üzerine çalıştı ve teoriden çok fazla etkilendi. O zamana kadar Copernik teoriyi yayımlamakta isteksizdi. Kilisenin teorisi hakkında ne söyleyeceği ile çok ilgilenmesede o herşeyin mükemmel olmasını isteyen ve 30 yıl teori hakkında çalışmasına rağmen hiçbir zaman tamamlanmadığını düşünen biriydi. Copernik için gözlemler sürekli tekrar edilmeliydi (İlginç olan dünyanın 300 yılının kaybına yolaçan elyazmaları 19. yüzyıl ortalarında Prag’da bulundu. Bu yazmalar gösterdi ki Copernik teorisini sürekli gözden geçiriyordu. Bu yazmaların hepsi o zamanlar için bilgili kişilerin kullandığı latince ile yazılmıştı.). Copernik 1543’de öldü ve hiçbir zaman çalışmalarının nasıl bir sansasyon yarattığını göremedi. Ortaçağdan kalma filozofik ve dinsel inanışlara karşı geldi. Copernik teorisi insanın, evrenin kendisi için yaratılmadığını, yalnızca onun bir parçası olduğunu düşünmeye zorladı. Onun çalışmalarının en önemli yanı insanın Cosmos’a bakışını değiştirmiş olmasıdır.Son dört yüz yılda tanık olduğumuz bilimsel gelişmelerin astronomideki bu devrimle başladığı söylenebilir. Güneş merkezi sistem yalnızca modern bilimin doğuşuna değil, insanın evren içindeki yerini saptamada yeni ve daha ölçülü bir görüşün ortaya çıkmasının başlangıcıdır aynı zamanda. Copernicus'la birlikte insan, kendini doğanın bir parçası saymaya başladı. Önceki süreçlerle ilgili olarak, Babillerin göksel nesnelerle ilgili gözlemleri, Yunanlıların kuramsal incelemeleri ve 17. yüzyıla gelinceye kadar egemenliğini sürdüren "Batlamyus sistemi"'nin yarattığı birikim, bu devrimi hazırladı denilebilir. Copernicus'un bu buluşunun Rönesans ve sonraki sürece tekabül etmesi bir şanstır aynı zamanda.Batlumyus'a göre gökyüzü, yıldızların çakılı olduğu dönen bir küre idi. Dünya bu kürenin merkezinde sabit bir yere sahipti. Çevresinde ay, güneş vd. gezegenlerden oluşan bir dizi küre mevcuttu. Tanrısal bir düzen olarak algılanan bu sistemle insanoğluna evrenin merkezinde olma onurunu(!) veriyor idi. - Ne var ki bu sistem, Copernicus açısından son derece karmaşık, tutarsız, parçaları ayrı yerlerde olan bir heykeli andırıyordu. Copernicus'un ilk çıkışı astronomiyi basitleştirmek ve tutarlı hale getirmek kaygısıyla olmuştur. Sisteme devrimci özelliğini veren şey ise yer merkezli sistem yerine güneş merkezli sistemi savunması ve Yer'in sıradan bir gezegen olduğunu belirtmesidir. (Evren'in sınırlılığı anlayışı terkedilmemiştir.) Copernicus'a göre Gezegenleri taşıyan göksel küreler, dünyanın değil, güneşin etrafında dönüyordu. Dünya merkezde değildir ve sabit de değildir. Yıllık ve günlük dönüşler sergiler.Copernicus'un Güneş'e karşı olan mistik hayranlığına Platon'un etkisi çerçevesinde bakılabilir. Katolik Kilisesi'nin önceleri belirgin bir tepkisi görülmez. İlk tepki Protestanlardan gelir:Bu konuda Luther "Bu budala astronomi bilimini alt üst etme sevdasındadır. Oysa Kutsal Kitap, Arzın değil, güneşin döndüğünü söyler. Bu yeni yetmeye halk kulak verecek. Olacak iş mi?" diyerek yersiz bir tepki ortaya koymaktadır. Katolik Kilisesi'ne karşı amansız bir kavga veren Luther, bunun yerine yine Hristiyanlık içersinde bir yapılanma koymaktadır. dogmaların içinde ancak bilim düşmanlığı yapabiliyor.
 
                                                                                                                               geri dön
                                                       
                                       NİELS HENRİCK DAVİD BOHR
      Amerikalıların, atom fiziği alanında ilerlemelerine katkıda bulunur. 
      Tümlenirlik(complemantarite) ve nicel atom kuramını kuran, karmaşık çekirdek kuramının yaratıcısı, nükleer sıvı modelini çizmiş ve uranyum 235 yapılabilirliğini (fizibilite) açıklamış olan, fizikçi ve felsefesi Niels Bahr, 1885’te Kopenhag’da dünyaya gelmiştir. Konuyu geliştirmek amacıyla J.J. Thomson’un Combridge’deki  laboratuarına girmiştir. Laboratuar şefi Sir Ernest Rutherford’dur. Rutherford ‘un çok zeki bir insan olduğunu belirtmiş. Işığın doğuran elektron enerjisinin, tasarlanmış değerlerin almadığını, sadece nicel değerlerle belirlendiğini kabul etti. Bu devrimci ilkeden, elektronların çizdiği nicel görüngeleri çıkardı. Hidrojen tayfını, başka atomsal özelliklerini ilk kez açıklamış oldu (1913). Onun, olguları kavrayış biçimi, eskinin her türlü kargaşasını derleyip toplama duygusunun eşliğindedir. Bu duygu, elektronla çekirdek arasındaki güçlerle ilgili değişik açıklama türlerine karşı çıkma eğilimini birliğinde getirmiştir.
- Bohr sonraki yıllar da, hidrojen atomu aracılığıyla, karmaşık atomlar, tutarlı bizimde hesaplama ve nicel ilkeler içeren nedenselliğin genel sınırları biçimleme yolunda ilerledi.
- Nicelle niteli yaklaşım noktalarını saptadığı “karşılılık” ilkesiyle, modern mekaniğin matematiksel anlatımının en anlamlı temellerinden birini atmış olan Bohr; birkaç elektron içeren atomların yaklaşık yapılarını hesaplamayı başarmıştır.
- Bohr ekibi, X ışınların tayfını çözümlemiştir. Bu ışınları, atomlar aracılığıyla soğurulması ve dağılımı; elementlerin, kimyasal özellikleri dolayısıyla bilinen periyodik değişmeleri, o çalışmalarla gün ışığına çıktı.
- Kesinsizlik ilkesinin gelişimi, ona atom fiziğinin felsefesel özelliklerine inmeyi öğretmiştir. Bu özelliklerinden tümlenirlik veya tümlenebilirlik ilkesine varmıştır (1928).
- Kurduğu atom çekirdeğini sıvı damla modeli ve nükleer reaksiyonun açıklanmasında, değişken çekirdek kavramı üzerindeki vurgusu, çekirdeksel (nükleer) araştırmalara ışık tutmuştur. Değişken çekirdek görünüşü çekirdek yarılması görüşüne uygulanmış, doğal uranyumda bulunan, az miktardaki uranyum -235’in gözlenen nükleer bölünmelerin büyük bir bölümünü  yarattığı böylece anlaşılmıştır. O sıralar bulunmamış olan plutonyum elementi böyle bir yaklaşımla ölçümlenebilmiştir.
                                                                                               geri dön
                                                                      
                                                                            ÖKLİD
      M.Ö.300 yıllarında yaşamış olan Öklid hakkında bilinenler çok azdır. Elementler adlı meşhur kitabını 40 yaşında yazdığı söylenmektedir. Gençliğinde Atina’da, Platon’un Akademisinde eğitim görmüş, astronomi, aritmetik, geometri ve müzik konularına burada ilgi duymaya başlar. Elementleri İskenderiye’ce yazmıştır. Öklid geometrisinin aksiyomları şunlardır:
1- Aynı şeye eşit olan şeyler birbirlerine de eşittirler.
2- Eğer eşit miktarlara eşit miktarlar eklenirse, elde edilenler de eşit olur.
3- Eğer eşit miktarlardan eşit miktarlar çıkartılırsa, eşitlik bozulmaz.
4- Birbirine çakışan şeyler birbirine eşittir.
5- Bütün, parçadan büyüktür.
Öklid geometrisinin postülaları ise şunlardır.
1-     İki yol arasını birleştiren en kısa yol, doğrudur
2-     Doğru doğru olarak sonsuza kadar uzatılabilir.
3-     Bir noktaya eşit uzaklıkta bulunan noktaların geometrik yeri çemberdir.
4-     Bütün dik açılar birbirine eşittir.
5-     İki doğru bir üçüncü doğru tarafından kesilirse, içte meydana gelen açıların toplamının 180 dereceden küçük olduğu tarafta bu iki doğru kesişir.
6-     Bir üçgenin iç açıları toplamı 180 derecedir.
7-     Bir doğruya dışındaki bir noktadan yalnızca bir tek paralel çizilebilir.
Öklid ‘in üç tane de uzay kabulü vardır.
1-     Uzay üç boyutludur.
2-     Uzay sonsuzdur.
         3-   Uzay homojendir
                                                                                                            geri dön
                                      
                                                           
                                                                                                                       
                                                            THALES(M.Ö.624-M.Ö.548)
     Milet okulunun ilk temsilcisi olan Thales M.Ö.624 yılında doğmuş ve M.Ö.548 yılında ölmüştür.Varlıklı bir tacirdi.Yunanlı yedi bilgeden biri olarak kabul edilmekteydi.Thales ile ilgili şu hikaye kayıtlara geçmiştir.Lidyalılarla Persler arasında uzun süren bir savaş sırasında,28 Mayıs 585 tarihinde,Güneş'in tutulacağını önceden bildirmiş ve bu olaydan çok etkilenen iki kral derhal bu savaşa son vermişlerdir.Bu hikaye,ilk bakışta inanılmaz gibi görünmekteysede,şu noktayı göz ardı etmemek gerekir:Babilliler,Güneş tutulmasının önceden bildirme olanağını veren Saros Periyodu'nu biliyorlardı.Söylendiğine göre,Thales Mısır'a gittiğinde bunu öğrenmişti.
     İlk Yunan matemetikçisi Thales'tir.Thales'le birlikte geometri ilk defa dedüktif(yani tümdengelimsel)bir bilim dalı haline geldi.
     Thales,bir cismin gölgesinin,kendi boyuna eşit olduğu bir anda,diğer bütün cisimlerin gölgelerininde,kendi boylarına eşit olacağını biliyordu.
     Thales,bir geminin kıyıdan ne kadar uzak olduğunun ölçülmesi ile de ilgilenmiştir.Bu ölçümü,iki dik üçgenin kenarları arasındaki orantıdan yararlanarak yapmıştır.
Aşağıdaki geometrik öneriler ona atfedilmektedir:
1.Yarıçap,daireyi iki eşit parçaya böler.
2.İkizkenar bir üçgenin tabanına komşu olan açılar eşittir.
3.İki doğru kesiştiğinde karşıt açılar eşittir.
4.Yarım daireyi gören açılar diktir.
5.İkişer açısı ve birer kenarları eşit olan üçgenler birbirlerine eşittir.
     Thales,eşit açı yerine benzer açı deyimini kullanmaktadır,bundan da açıyı nicel bir büyüklük olarak değil,bir şekil olarak düşündüğü sonucu çıkmaktadır.
     Bunların kanıtlamalarını yapabiliyor muydu?Eşit oldukları sonucuna nasıl ulaşmıştı?Bu soruların yanıtını bulmak olanaksızdır.Ancak tarihte geometrik önerilerin gerekliliğine inanan ilk kişi Thales'tir.
     Thales aynı zamanda astronomiyle de ilgilenmiş ve tarih kitaplarına ilk Yunan astronomu olarak geçmiştir.Gökyüzündeki yıldızları gözlemlerken bir kuyuya düştüğünü herkes bilir.28 Mayıs 585 yılında gerçekleşen Güneş tutulmasını önceden tahmin etmi olmasına rağmen,Yer'in bir disk biçiminde olduğunu düşündüğünden,Ay ve Güneş tutulmalarının nedenlerini bilmesi olanaksızdı.
      Mısırlılardan yılın 365 gün olduğunu öğrenmişti.Kuzey yönünün bulunmasında Küçük Ayı'nın kullanılabileceğini biliyordu ve Yunan gemicilerine Küçük Ayı takım yıldızını gözlemleyerek seyahat etmelerini önermişti.Nitekim denizci bir millet olan Fenikeliler de Büyük Ayı'yı kullanıyorlardı.
      Thales herşeyin aslının su olduğunu söylüyordu;su,katı,sıvı ve gaz olmak üzere üç durumda bulunabilirdi.Suyun olmadığı yerde hayatın da olmayışı,bu maddenin asli oluşunun en güçlü kanıtlarında biriydi.Thales,bu görüşleri ve Homeros'un hikayelerini bir yana bırakan gözlemsel düşünceleri nedeniyle bilimin doğuşunda önemli bir rol oynamıştır.
      Aristotales'e göre,Thales,mıknatısın demir tozlarını çekmesi nedeniyle canlı olduğuna inanıyordu.Nasıl bir yorum getirirse getirsin,mıknatıstan söz eden ilk kişi de Thales'ti.
                                                                                                                          geri dön
                                                                   
                                                                     THOMAS ALVA EDİSON
       Dünyanın en büyük mucitlerinden biri olan Edison ABD’nin Ohio eyaletindeki Milan’da dünyaya geldi. Geniş bir düş gücü olan çok meraklı bir çocuktu. Öğretmeni onun bitmek bilmeyen sorularını aptallık belirtisi olarak gördüğünden okuyamayacağına karar vererek üç ay sonra okuldan uzaklaştırdı. O yıllarda kimyaya büyük ilgi duyan Edison bu konuda bulabildiği her şeyi okudu ve daha on yaşındayken kendi eliyle sebze yetiştirip satarak kazandığı parayla evlerinin kilerinde kimya deneyleri yapmaya başladı. 12 yaşındayken bir tirende dergi ve meyve satıyor, bir yandan da tirenin yük vagonunu yerleştirdiği küçük bir baskı makinesi ile haftalık bir gazete basıyordu. Ama bir gün içinde kimyasal madde bulunan şeylerden biri kırılıp vagonda yangın çıkınca Edison hem tirendeki işinden oldu hem de ömür boyu ağır işitmesine yol açacak biçimde yaralandı. Daha sonra telgrafçılık öğrenmeye karar veren Edison 1863-1868 arasında ABD ve Kanada da birkaç telgrafhanede çalıştı. 1868 de bir atölye kurdu ama yaptığı elektrikli kayıt aygıtının patentini satamayınca bir yıl sonra parasız ve borçlu olara Boston dan New York ‘a gitti. Altın borsasındaki telgraf aygıtının bozulduğu bir sırada rastlantıyla orada bulunması bir şans oldu. Edison aygıtı ustalıkla onardı ve başarısı telgraf şirketinde iş bulmasına yol açtı. Edison daha sonra kayıt yapabilen ve borsadaki fiyatların duyurulmasında kullanılan bir telgraf aygıtı geliştirdi ve patentini iyi bir fiyatla sattı. Sattığı patentlerden kazandığı parayla bir atölye kurdu ve kendi buluşlarının yapımına girişti. Edison ilk başarılı yazı makinesinin yapılmasına da katkıda bulundu. Bir telgraf teli üzerinde aynı anda 6 mesajın birbirine karışmadan gönderilmesinin yolunu buldu. Edison 1877 de sesi kaydedip tekrarlayabilen gramofonu icad etti. Bu ona büyük bir sevinç verdi. İlk başarılı gramofon denemesinde aygıtta “ Mary’nin küçük bir kuzusu vardı” şiirini okuduktan sonra gramofonu ikinci kez çalıştığında aynı sözcükler cızırtılı ama oldukça net bir biçimde duyulmuştu. O zaman fonograf adı verilen bu ilk gramofonun huniye benzer bir hoparlörü vardı. Ve mumdan yapılmış silindir biçimde plaklar kullanılıyordu. Edison un öbür buluşları arasında telefon ağızlığı ( verici) elektrik ampulü, demir nikelli akümülatör, elektrikli oy kayıt makinesi, diktafon da vardır.. günümüzde kullanılan film makinelerinin öncüsü olan kinetoskopu ticari amaçla kullanılabilecek biçimde geliştiren de Edison dur. Edison elektrik ampulü üzerinde çalışırken bir rastlantı sonucunda “ Edison Etkisi “ olarak bilinen olayı buldu. Ampulün filamanında ki karbon taneciklerinin zamanla buharlaşarak lambanın yüzeyinde biriktiği bu termoiyonik salım olayı sonradan radyo lambalarının temelini oluşturmuştur. Edison birinci dünya  savaşı sırasında elde edilmesi güç olan kimyasal maddelerin yerini tutacak yeni maddeler yapmanın yolunu aradı. Başarısını zekadan çok sıkı çalışmaya borçlu olduğunu söyleyen Edison yemek ve dinlenmeye zaman ayırmayı çok görür kimi zaman laboratuarında ki masalardan birinin üzerinde giyinik olarak uyurdu.
 
                                                                                                                                                  
 
                                           WERNER HEİSENBERG(1091-1976)
    Bilim tarihinde yüzyılımızın ilk çeyreği devrimsel atılımların birbirini izlediği fırtınalı bir dönemdir.
    Heisenberg 24 yaşında iken oluşturduğu matris mekanik ve kendi adıyla bilinen belirsizlik ilkesiyle atom fiziğine yeni bir kimlik kazandırır,1932'de Nobel Ödülünü alır.
    Fizikçi arkadaşları arasında sezgi gücüyle tanınan Heisenberg,daha okul yıllarında,ders kitaplarında yer alan görsel modellere kuşkuyla bakmıştı.Bohr modelini bile pek inandırıcı bulmamıştı.Atom,modellerde işlendiği gibi karmaşık değil,basit bir yapıda olmalıydı.
    Üniversiteyi bitirir bitirmez,seçkin genç fizikçilerin toplandığı Kopenhag Teorik Fizik Enstitüsü'ne katılan Heisenberg'in sorguladığı temel nokta şuydu:Bohr modelinde öngörüldüğü gibi elektron devindiği yörüngeyi nasıl seçmekte,dahası bir başka yörüngeye sıçramadan önce titreşim frekansını nasıl belirlemekteydi?Bohr varsaydığı bu davranışı açıklamasız bırakmıştı.
    Elektronun çekirdek çevresinde devinen,sıradan bir parçacık olduğu savı da dayanaksızdı.Heisenberg varsayımlar ve görsel modeller yerine,doğrudan deneysel verilere dayanan matematiksel bir dizge arayışı içindeydi.Öncelikle kimi saptamaların göz önünde tutulması gerektiğine inanıyordu.Örneğin,atom içinde kaldğı sürece elektrona ilişkin tahmin ötesinde fazla bir şey bilmediğimiz,ama atom dışındaki davranışına ilişkin elimizde epey deneysel veri olduğu;yine,ivmeli devinen bir elektrik yükü olarak elektronun,elektro-manyetik radyasyon saldığı,salınan radyasyonun frekansının deviniminin yinelenme frekansıyla aynı olduğu.
                                                                                                                            geri dön
                                                                      
                                                                   Wilhelm Conrad Röntgen
27 Mart 1845'te Rhine'in küçük bir taşrası Lennep'te bir tüccarın tek çocuğu olarak dünyaya geldi. Ailesi o 3 yaşındayken, daha sonra burada Martinus Herman van Doorn Enstütüsü'ne de gideceği Apeldoorn'a taşındı. Özel bir yeteneği yoktu ama doğa ve orman hayranıydı. Mekanik alet yapımına yatkındı. Bu bütün yaşamı boyunca karakteristik bir özelliği oldu.

1862'de aslında başkasının karikatürünü yapmış olmasına rağmen, öğretmenlerinden birinin karikatürünü yaptğı haksız olarak iddia edilip, atılacağı Utrecht teknik okuluna başladı. Daha sonra fizik okumak üzere 1865'te Utrecht Universitesi'ne girdi. Burada yeterli başarıyı göteremeyerek, Zürih'teki Polyteknik okulunun sınavlarına girip kazanınca, makina mühendisliği üzerine okumaya başladı. Clausius'un derslerine ve Kundt'la laboratuvar çalışmalarına katıldı. Hem Kundt, hemde Clausius onun gelişiminden çok etkilendiler. 1869'da Zurich Universite 'sinden doktora diploması aldı. Ve Kundt'un asistanı olarak atandı. Daha sonra Kundt'la aynı yıl Würzburg'a, üç yıl sonrada Strasbourg'a gitti.

1874 yılında Strasbourg Universite'sine okutman, bir yıl sonra Wurtemberg 'de Hohenheim Tarım Yüksek okulu'na profesör olarak atandı.1876' da Strasbourg 'a fizik profesörü olarak geri döndü. Fakat 3 yıl sonra Giessen Universite'si fizik bölümünden gelen teklifi kabul etti. Aynı konumda 1886' da Jena Universite' si ve 1882' de Utrecht Universite'sinden gelen teklifleri redettikten sonra Würzburg Universite' sinden gelen çağrıyı kabul etti. Daha sonra 1900'da Bavarian hükümetinin özel bir teklifini kabul edip, Munih Universite'sine gitti ve hayatının sonuna kadar burada kaldı.

Röntgen ilk olarak kristallerin ısı iletkenliği üzerine yazılan bir yazıdan birkaç yıl sonra, gazların özgül ısıları hakkında 1870' de ilk yazısını yayımladı. Diğer araştırmaları Quartzların elektriksel ve diğer özellilkleri, farklı sıvıların kırılma indislerinin basınç altında etkilenimleri, elektromanyetik etki altındaki polorize edilmiş ışığın değişimi, su ve diğer sıvıların sıcaklık ve sıkıştırılabilirlik fonksiyonları, yağ damlacıklarının su üzerinde yayılışı dır.

Röntgen adı X-ray ışınlarının keşfiyle anılır. 1895'te düşük basınçlı gazların içinden geçen elektrik akımı üzerine çalışıyordu. Bu alanda daha önce J. Plucker (1801-1868), J. W. Hittorf (1824-1914), C. F. Varley (1828-1883), E. Goldstein (1850-1931), Sir William Crookes (1832-1919), H. Hertz (1857-1894) and Ph. von Lenard (1862-1947) 'in çalışmalrı olmuştu. Bu bilim adamlarının Cathode ışınları ile ilgili yaptığı araştırmalar sonucu bu konu oldukca iyi biliniyordu. Fakat Röntgen'in Cathode ışınları üzerine yaptığı araştırma yeni bir çeşit ışınımın keşfine yol açtı.

Içi boşaltılmış bir tüp, karanlık bir odada bütün ışınlardan korunmak için siyah bir kartonla kaplanırsa, ve bir tarafı barium platinocyanide' la kaplı kağıd çıkan ışınların yolu üzerinde iki metre uzağa bile konsa, geçirgen oluyordu. Devam eden bir çok deneyden sonra ışınların yolu üzerine konan değişik kalınlıktaki cisimler farklı geçirgenlik özelliklerine sahip oluyordu. Karısı elini ışınların üzerinde bir müddet hareketsiz tutup, ışınlar fotoğraf paleti üzerine düştüğünde, görüntüyü biraz iyileştrince elindeki kemiklerin ve parmağındaki yüzüğün gölgesinin palete düştüğünü fark etti. Bu o zamana kadar alınan ilk röntgenogram'dı. Bu ışınların yapısını bilmediğinden X-rays adını verdi. Daha sonra Max Von Laue ve öğrencileri bu ışınların, ışıkla aynı elektromanyetik yapıya sahip, fakat yüksek frekanslardaki salınımlarda farklı özellikler gösterdiğini buldular
 

Röntgen Anna Bertha Ludwig ile Zürih'te evlendi. Hiç çocukları olmadı.Karısından 4 yıl sonra 10 şubat 1923' te öldü.
 
                                                                                                                                                                                                                geri dön
                                                                        
 
                                                                  WİLLİAM HARVEY(1578-1657)
     Özel yaşamı renksiz ve tekdüze geçen Harvey'in bilim adamı olarak büyüklüğünü iki özelliğinde bulmaktayız:(1)Gerçeğin,kökeni hangi otoriteye dayanırsa dayansın önyargılarda değil,nesnel gözlem verilerinde olduğu inancı;(2)Dini inançlardan kaynaklanmış bile olsa her türlü bağnazlığa karşı durma cesareti.
     Yaşadığı dönemde büyücülük,resmi yasağa karşın,halk kesiminde yaygın bir uygulamaydı.O sırada yıkıma yol açan büyük bir deniz fırtınasından hükümet büyücüleri sorumlu tutmuştu.Bu gerekçe ile yakalanan bir grup savunmasız zavallı insanı ölüm cezasından Kral'ın başhekimi Harvey kurtarır.Harvey'in doğal yıkımlarla büyücülük denen pratiğin bir ilişkisi olmadığına başta Kral olmak üzere yetkilileri inandırması kolay olmamıştı,kuşkusuz.
     İngiltere'de küçük bir kasabada 1Nisan günü dünyaya gelen William çocukluğu boyunca arkadaşlarının 'Nisan Balığı' sataşmalarına hedef olmuştu.Varlıklı babası aynı zamanda kentin belediye başkanıydı.William on beş yaşına geldiğinde üniversiteye girmeye hazırdı;sıkı bir sınavdan geçerek Cambridge'e girmeyi başarır.Bilimin diğer kollarında olduğu gibi tıpta da deney ve gözlemin ağırlık kazanmaya başladığı dönemdi bu!Öyle ki,üniversitede ilk kez,ölüm cezasına çarptırılan iki suçlunun cesetleri üzerinde inceleme yapma izni verilmişti.
     Tıpta öğretisi tartışmasız kabul edilen otorite Bergamalı Galen(M.S.131-201)idi.Roma imparatoru Macus Auerius'un hekimi olan Galen,özellikle anatomi alanındaki çalışmalarıyla ünlüydü.O zaman insan cesedi üzerinde incelemeye izin yoktu.Galen ister istemez çalışmalarında domuz,köpek,maymun gibi hayvan ölüleriyle yetinmek zorundaydı.Bu yüzden,incelemeleri sınırlı kalmanın ötesinde birtakım yanlışlıklara düşmekten kurtulamaz.Rönesans döneminde insan cesedi üzerinde inceleme serbest bırakılmıştı.Ancak anatomi profesörleri teşrih işini asistanlarına bıraktıkları için önemli bir ilerleme sağlanamıyor,Galen öğretisi etkisini sürdürüyordu.
      Bu geleneği ilk sorgulayan bilim adamı Andreas Vesalius olur.Padua Üniversitesi'nin 23 yaşındaki bu genç profesörü teşrih çalışmalarını kendisi üstlenir,inceleme yöntem ve araçlarını geliştirmede önemli adımlar atar.'İnsan Vücut Yapısı Üzerine'adlı yapıtında gözlem ve bulgularını ortaya koyan Vesalius,Galen öğretisinde saptadığı yanlışlıkları belirtmekten de geri kalmaz.
      Harvey,Cambridge'de başladığı tıp öğrenimini,Vesalius ve Galileo'nun adlarıyla ün kazanan Padua Üniversitesi'nde sürdürür.Ama genç bilim damı ardığını bulamaz:Vesalius'un açtığı çığır ölümünden sonra terk edilmiş,Galen öğretisi yeniden egemenliğini kurmuştu.Hayal kırıklığına uğrayan Harvey duruma katlanır,diplomasını alıncaya kadar tepkisini ortaya koymaz.
      Kalbin yapı ve işleyişine ilişkin yerleşik öğreti önyargıya dayanan hatalarla yüklüydü.Örneğin,damarlardaki kanın maviye çalması,arterlerdeki kanın ise açık kırmızı olması iki ayrı sistem olarak algılanmıştı.Ancak kanın bir sistemden diğerine nasıl geçtiği bir sorundu.Galen ve onu izleyenler geçişi,septumun ince gözenekli bir doku olduğu varsayımıyla açıklamışlardı.Oysa septum hiç bir sızıntıya elvermeyen katı bir yapıya sahiptir.Düzeltilmesi gereken bir başka hata da,kanın akışını sağlamak için kalple birlikte arterlerin de genleştiği inancıydı.
      Hayvanları canlı olarak incelemeyi ilk kez Harvey denemiştir.Göğüslerini açarak kalbin atışını doğrudan gözlemliyordu.Gözlemleri sonunda onu şöyle bir yargıya ulaştırır:Kalp 'içi boşluk' pompa gibi çalışan bir kastır;öyle ki,eyleme geçtiğinde iç boşluğu daralmakta ve kan dışa yönelik akışa geçmektedir;gevşediğinde ise tam tersine kan genişleyen iç boşluğa dönmektedir.
     Kalbin kasılmasıyla atar damarların kan taşıma dışında nabız atışı da verdiğini belirleyen Harvey,taşınan kanın miktarını da saptama yoluna gider.Kalbin her atışında yaklaşık 30gram kan pompaladığını hesaplar.(Bu,dakikada 72 vuruş olduğuna göre bir dakikada yaklaşık 5 litre,bir günde 6200litre demektir.)
     Harvey incelemelerini daha ileri götürerek,damarların kanın akışına tek yönlü geçit verdiğini belirler.Bu geçitler 'çek-valf'işlevi gören kanatlarla donatılmıştır.Kanatlar atar damarlarda kanın vücuda akışını,toplar damarlarda kalbe dönüşünü sağlamaktadır.
     Harvey kan dolaşımına ilişkin buluşunu 1628'de Latince yazdığı küçük bir kitapta ortaya koymuştu.1651'de yayımlanan ikinci kitabı embriyoloji konusunda Antik Çağ'dan o güne uzanan yaklaşık iki bin yıllık dönemde yapılan en önemli incelemeyi içeriyordu.
                                                                                                                        
 
 
   
 
İŞTE SİTEMİZ Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol